Hisse senedi fiyatlarını etkileyen makroekonomik faktörler nelerdir?
Hisse senedi fiyatlarını etkileyen faktörler genel olarak makroekonomik ve mikroekonomik faktörler olarak sınıflandırılır.
Mikroekonomik faktörler genel olarak işletme düzeyinde ortaya çıkabilecek faktörler olarak ifade edilirken bu faktörler temel ve teknik analiz ile incelinir.
Ancak, bu analiz yöntemlerinin dışında yatırım yapılacak olan ülkenin mevcut ekonomik durumunu da detaylı şekilde incelenmelidir. İncelenmesi gereken bu diğer faktörler ise makroekonomik faktörler olarak tanımlanır.
Yatırımcılar makroekonomik faktörleri incelerken, yatırım yapılacak ülkenin mevcut ekonomik durumu hakkında fikir sahibi olmanın yanında bu faktörlerin bir arada incelenmesi durumunda yatırım kararları üzerinde de bir strateji belirlemiş olur.
Bu sebeple başlıca makroekonomik göstergeleri tanımlayacağımız yazımızın devamında, “Makroekonomik faktörler nelerdir?”, “Gayrısafi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) nedir?”, “Satın Alma Müdürleri Endeksi (PMI) nedir?”, “Tüketici Güven Endeksi nedir?”, “Faiz oranı nedir?”, "Tüketici Enflasyonu (TÜFE) ve Üretici Enflasyonu (ÜFE) nedir?", "İşsizlik oranı nedir?", "Diğer makroekonomik göstergeler nelerdir?" gibi soruların cevabını bulabilirsiniz.
Makroekonomik faktörler bir ekonomiyi etkileyen finansal büyüme veya daralmaya dair işaretleri yansıtan geniş göstergelerdir. Bu göstergeler ayrıca nüfusun belirli bir kısmı yerine bir ülkenin veya bölgenin tüm ekonomisiyle ilgili parasal istikrarı etkileyebilen jeopolitik, çevresel veya ekonomik gelişmeleri yansıtır.
Bu faktörlerin etki alanı ise belirli bir sektör veya endüstriden ziyade tüm nüfusu veya en azından nüfusun çoğunluğunu kapsar. Örneğin, hükümet altın üzerindeki ithalat vergisini artırırsa bu altın ithalatına dayanan tüm endüstrileri etkiler ancak genel ekonomi bu durumdan çok fazla etkilenmez. Bu sebeple bu durum makroekonomik bir faktör değildir. Öte yandan, enflasyon oranındaki artış tüm endüstrileri ve sektörleri etkiler bu sebeple bu makroekonomik bir faktör olarak tanımlanabilir.
Bir makroekonomik faktör ekonomiyi etkileme şekline göre olumlu, olumsuz veya nötr olarak değerlendirilir. Yüksek enflasyon malların üretimini ve satışını olumsuz etkilemesi beklentisiyle olumsuz olarak yorumlanırken, ülkede büyüme verisinin artış göstermesi ise daha fazla ürüne talep oluşabileceği beklentisiyle olumlu olarak yorumlanabilir.
Makroekonomik faktörler ekonomistler, finansal analistler ve yatırımcılar tarafından sıklıkla incelenir. Bu faktörler aynı zamanda hükümetlere ve işletmelere de yol gösterir.
Yatırımcılara ise makroekonomik göstergelerin incelenmesi, özellikle risklerin azaltılması konusunda önemli bir avantaj sağlar.
Makroekonomik faktörlerin başlıcaları ise şunlardır:
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) esasen bir ülke ekonomisinde belirli bir süre içinde üretilen tüm ürün ve hizmetlerin toplam değerine denir. Bu tanımda belli bir süre; bir ay, üç ay ya da bir yıl olabilir. Ancak GSYİH genellikle bir yıllık ve çeyreklik bazda ele alınır.
GSYİH tipik olarak bir ülke ekonomisinin sağlığını ölçmek için kullanılır ve bir nüfusun yaşam standardının göstergesi olarak kabul edilir.
GSYİH’nin artması ekonominin yükseldiğine, düşmesi ise ekonominin daraldığına işaret etmektedir. Ekonomik büyümede art arda iki çeyrek dönemlik daralma ise ekonominin durgunluk (resesyon) dönemine girdiğine işaret eder. GSYİH’de yaşanan düşüş sonrasında ise ülkelerde genellikle yüksek işsizlik oranları, düşük kazançlar ve daha kötü yaşam standartları görülmeye başlanır.
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, bir şirketin bağlı bulunduğu ülke ekonomisinden doğrudan etkilenmesi sebebiyle de yatırımcılar için ayrı bir öneme sahiptir.
Ülke ekonomisi pozitif yönlü büyüme gösteriyorsa bu borsadaki şirketler içinde iyi bir gelişme olarak tanımlanır. Ancak ülke ekonomisinde resesyon ya da daralma yaşanıyorsa, borsalar genelde bunu iyi karşılamayabilir. Bu nedenle yatırımcılar, yatırım yaptıkları ülkenin GSYİH verilerini de yakından inceler.
Buna göre, GSYİH çarpanlarından olan tüketiciler ve hükümetlerin yaptığı harcamaların artması aynı zamanda şirketlerin kârlarının da artması anlamına gelir. Bu kârlar, zaman içinde karlılığı daha da artırmak amacıyla işletmeler tarafından yeniden yatırıma dönüştürülebilir. Bu da şirketin uzun vadeli potansiyeli üzerinde olumlu bir etki göstererek, teoride daha iyi hisse senedi değerlemeleri oluşabileceğine işaret eder.
GSYH ile borsa performansı arasında yukarıda bahsettiğimiz sebeplerle bir korelasyon olsa da, teoride bu durum her zaman geçerli değildir. Bunun temel sebebi şirketlerin sadece tek bir ülkede faaliyet gösterdiği günlerin geride kalmış olmasıdır. Bugün şirketler işlerini uzun vadeli değer yaratma hedefi ve küresel büyüme vizyonu çerçevesinde devam ettirmektedir. Bu nedenle şirketlerin değeri çalıştığı tüm ekonomilerden ve sektörlerinin küresel çaptaki durumundan da etkilenir.
Ayrıca bir ekonominin iyi performans göstermiş olması ya da gösteriyor olması sonsuza kadar göstereceği anlamına gelmez. Ancak, GSYİH ekonomik duyarlılığın güçlü bir göstergesi olduğundan, finans piyasalarında çok önemli bir rol oynar ve piyasadaki herkes üzerinde güçlü bir etkisi vardır. Önemli olmasına rağmen bu tür ekonomik eğilimleri analiz etmek ve ekonomiye ilişkin doğru uzun vadeli tahminler yapmak ise her zaman kolay değildir.
Yatırımcılar, portföylerindeki varlık dağılımını şekillendirmek için hem tarihsel hem de tahmini ekonomik büyüme oranlarını incelemelidir.
Satın Alma Müdürleri Endeksi, PMI (Purchasing Managers Index) verisi olarak da tanımlanır.
Satın Alma Yöneticileri Endeksi, ekonominin çeşitli sektörlerinde faaliyet gösteren bir dizi şirketle aylık olarak yapılan ve şirketlerin işlerinden ya da piyasa koşullarından ne kadar memnun olduklarını ölçen anketlerdir.
PMI'lar ülkede işletmelerdeki genel durumun görülmesine dair genel bir bir resim sunması açısından da oldukça önemlidir.
Bu veri aylık olarak açıklanırken, şirketlerin satın alma yöneticilerinin mal ve hizmet satın alma eğilimlerini ölçer. Bir imalat şirketinin üretim yapması için başka şirketlerden hammadde ya da ara mamül tedarik etme ihtiyacı olduğundan satın alma eğilimi, büyüme için öncü göstergelerden biri olarak da kabul edilir.
Endeksin 50 puanın üzerinde olması işletmelerin yakın vadede büyüme beklediğini gösterirken 50 puanın altında olması ise daralma yaşanabileceğine işaret eder.
İşletmelerin güvenini ve performansını ölçmenin önemli olduğu kadar tüketicilerin ne yaptığını anlamak da önemlidir.
Tüketicilerin kısa vadeli olarak ekonomiye ilişkin güvenini ölçmek amacıyla oluşturulan endekse ise Tüketici Güveni Endeksi denir.
Bu endeks, tüketicilerin mevcut ve kısa vadeli ekonomi hakkındaki düşüncelerini ve belirli ürünleri yakın zamanda satın alıp almayacağını sorgulayan anketler ile hesaplanır.
Tüketiciler harcamalarını kısıtladıklarını söylüyorsa veya genel olarak yapılan anketlerde ekonomik görünüme güven duyulmadığı görünüyorsa, bu ekonomik büyüme için bir uyarı olarak algılanabilir.
Bu sebeple Tüketici Güven Endeksi de öncü göstergelerden biri olarak kabul edilir.
Şirketler, yatırım kararı alırken tüketici güven endeksine oldukça önem verir. Çünkü sağlıklı bir tüketici tabanı olmadan, ne zorunlu harcamalar ne de ihtiyari harcamalar (zorunlu olmayan harcamalar) sürdürülebilir bir şekilde devam ettirilemez. Bu da birçok şirketin öngörülemez bir ortamda mücadele etmesine yol açar.
Zayıf bir endeks verisi ayrıca, hanehalklarının ekonomik kaygılara yanıt olarak tüketimi azalttığını göstererek durgunluğunda başlayacağına dair bir işaret olarak görülür.
Michigan Üniversitesi tarafından ölçülen Tüketici Güven Endeksi verisi de ABD'deki tüketici güveninin 2007-2008 yılları arasında mali krizin eşiğinde en düşük seviyelerine düştüğünü göstermektedir.
Kaynak: Michigan Üniversitesi Tüketici Anketi
Yukarıdaki grafikte de görülebileceği gibi tüketicilerin güveninin düştüğü dönemlerde, işletmeler hanehalkı talebinden olumsuz etkilenerek hisse senetlerinde daha fazla satış baskısıyla karşılaşmışlardır. Ancak bu durum her zaman tam korelasyon olduğu anlamına gelmemektedir. Bazı diğer makroekonomik faktörlerin öncülüğünde uyumsuzluklar da yaşanabilmektedir.
Bir ülkenin para biriminin değeri, ekonomisinin sağlığını büyük ölçüde etkiler. Faiz oranları, bir ülkenin finansal sistemine para yatırarak elde edilen getiri miktarını yansıtır.
Faiz oranları bankalar ve diğer kredi verenler için en önemli göstergelerdir. Bankalar, mevduat sahiplerine ödedikleri faiz oranları ile borç alanlara uyguladıkları faiz oranları arasındaki farktan kâr elde ederler. Faiz oranları yükseldikçe bankaların faiz oranı maliyetlerini tüketicilere yansıtması giderek zorlaşmaktadır. Yüksek borçlanma maliyetleri ise daha az kredi hacmi anlamına gelerek, faaliyet hacminde daralma yaşanmasına yol açar.
Hisse senetleri genellikle değer ve büyüme odaklı olmak üzere iki farklı kategoriye ayrılırken, değer odaklı hisse senetlerinin güçlü nakit akışlarına sahip olması ve zaman içinde yavaş büyümesi veya küçülmesi beklenir. Büyüme hisse senetleri ise daha çok hızlı hareket eden şirketleri temsil eder.
Bu nedenle, faiz oranlarının genellikle yüksek enflasyonla mücadele etmek için artırıldığı dönemlerde büyüme hisseleri değer hisselerine kıyasla çok daha fazla olumsuzlukla karşılaşabilirken, yüksek enflasyon büyüme hisselerine daha fazla zarar verecektir.
Faiz oranlarının borsalar üzerinde nasıl bir etkisinin olduğu hakkında daha detaylı bilgiye ulaşmak istiyorsanız, “Fed’in faiz artırması borsayı nasıl etkiler?” başlıklı yazımızı okuyabilirsiniz.
Tüketici enflasyonu fiyatların genel düzeyindeki artışa denir.
Bir sepet ürünün incelenmesi üzerinden hesaplanan bu veri, tüketicilerin kullandıkları mal ve hizmetlerin ağırlıklandırılması ile oluşturulur ve bu sepetteki ürünlerin toplam fiyatının artışı enflasyon olarak adlandırılır.
Bu sepetteki ağırlıklandırmalar dönem dönem değiştirilir.
Üretimi ithalata bağımlı ülkelerde döviz kurunun yükselmesiyle de maliyetlerin artışı sonucu da enflasyon oluşabilir.
Üretici fiyatlarının genel düzeyindeki artışa ise ÜFE denir. TÜFE verisi genellikle ÜFE verisi ile birlikte açıklanır. ÜFE verisi, ithal girdisi fazla olan ülkelerde özellikle döviz kurundaki değişimlere karşı daha hassastır. Üretici fiyatlarının tüketici fiyatlarından hızlı yükselmesi ise bu fiyat değişimlerinin önümüzdeki dönemde tüketiciye yansıtılabileceği beklentisini oluşturur.
Enflasyonun yüksek ve düşük olduğu dönemlerdeki tarihsel getiri verilerinin incelenmesi yatırımcılar için bir yol haritası sunabilir. Bu sebeple enflasyonun hisse senedi getirileri üzerindeki etkisini inceleyen çok sayıda çalışma yapılmıştır. Ne yazık ki bu çalışmalar genellikle çelişkili sonuçlar ortaya koymuştur.
Yine de çoğu araştırmacı, daha yüksek enflasyonun reel getiriler üzerinde düşüşe yol açtığı konusunda hemfikir olmuştur. (Reel getiriler, nominal getirilerden enflasyonun çıkarılmasıyla bulunur.)
S&P 500 getirileri son on yıl bazında incelendiğinde ise en yüksek reel getirilerin enflasyonun %2 ila %3 olduğu dönemlerde gerçekleştiği görülmektedir.
Bu aralıktan daha yüksek veya daha düşük enflasyon rakamları ise hisse senetleri üzerinde farklı etkileri olan daha büyük sorunların bulunduğu bir makroekonomik ortama işaret etme eğilimindedir.
Böyle dönemlerde yatırımcıların asıl sorunu ise reel getirilerin düşüklüğünden ziyade enflasyonun neden olduğu getiri oynaklığı ve bu ortamda nasıl yatırım yapılacağının bilinmemesidir.
Bir ekonomide iş gücüne katılanlar içerisinde işsiz olanları belirten orana işsizlik oranı denir.
İş gücü, halihazırda çalışanlar ve aktif olarak iş arayanlardan oluşur. Yani herhangi bir işe sahip olmamasına rağmen iş aramayan kişiler işsiz olarak değerlendirilmez. Bu yüzden açıklanan işsizlik oranı gerçek işsizliğin daha altındadır.
Büyüme verisiyle işsizlik verisi de ters orantılıdır. Büyümenin yüksek olduğu dönemlerde işsizlik düşerken, ülke ekonomisinin daralma gösterdiği dönemlerde işsizlik yükselir.
Bu sebeple işsizlik oranları yatırımcıları hisse senedi satın almak için en uygun zaman konusunda fikir verebilir. Tarihsel olarak bakıldığında da hisse senedi fiyatları işsizlik düşük olduğunda artmış ve işsizlik yüksek olduğunda düşmüştür.
Yukarıda bahsettiğimiz ilişki, işsizlik oranı ile S&P 500 arasındaki ilişkiyi gösteren grafikte de görülmektedir. İşsizlik oranı düştüğünde S&P yükselirken, işsizlik oranı yükseldiğinde ise hisse senedi fiyatları genellikle düşüş göstermiştir.
Ancak endeks performansları yıllık bazda incelendiğinde bu oran çok faydalı bir gösterge olmayabilir. Çünkü çoğu zaman S&P 500, işsizlik zirve yapmadan önce düşüş göstermiş ve zirve yapmaya hazırlandığı sırada ise yükselmeye başlamıştır.
Örnek olarak 2020 yılına baktığımızda S&P 500'ün yıllık getirisi incelendiğinde, endeksin o yıl %16 değer kazandığını görülürken, pandemi nedeniyle işsizliğin artış göstermeye başladığı sıralarda endeks önemli ölçüde düşüş göstermişti.
Başka bir örnekte, 2000'den 2002'ye kadar işsizlik oranı her yıl yavaşça artarken, S&P 500’de aynı ölçüde düşüş göstermişti.
S&P 500 gibi NASDAQ endeksinin fiyatıyla işsizlik oranı arasında önemli ölçüde ters bir ilişki vardır.
Ayrıca, NASDAQ daha çok teknoloji hisselerinden oluştuğu için işsizliğin etkisi burada daha yüksek olarak görülmüştür. Bunun nedeni ise teknoloji hisselerinin daha agresif büyümesi olarak gösterilebilir. Dolayısıyla ekonomideki bir yavaşlama bu hisselere daha fazla zarar verebilir. Tersine bir durumda ise yavaşlama sona erdiğinde NASDAQ daha fazla büyüme gösterebilir.
Bunu örneklemek gerekirse, 2000-2002 yılları arasındaki durgunluk sırasında S&P 500 endeksi yılda ortalama %15 düşerken, NASDAQ ise yılda ortalama %35 düşmüştür.
Resesyonun sona ermesinden sonraki üç yıl içinde S&P 500 yılda ortalama %13 değer kazanırken, NASDAQ ise yılda ortalama %20 büyümüştür.
İşsizlik ve borsa arasındaki ilişki genel olarak ters bir korelasyona sahip olsa da, birçok faktör bu ilişkiyi etkileyerek korelasyonun her zaman tam bir uyum içinde olmasını engellemektedir.
Bu faktörlerden biri, daha yüksek faiz oranlarına yol açabilen yüksek enflasyondur. Enflasyonla mücadele için artırılan yüksek faiz oranları, daha yüksek borçlanma maliyetleri oluşturarak hisse senetlerine olan talebin düşmesine yol açabilir. Yüksek faiz ortamında şirketler paralarını tahvil veya tasarruf hesapları da dahil olmak üzere sabit faiz getiren ürünlere yatırmak isteyebilirler.
Bu durum şirketlerin maliyetlerinin yükselmesi dışında yatırımcılar içinde geçerlidir. Marj üzerinden alım satım yapan kişiler, yatırım yapmak üzere borç para almak için ödedikleri marj faiz oranında bir artış göreceklerdir. Yükselen faiz oranları sonrasında ise daha yüksek bir faiz oranıyla borç alabilen yatırımcıların ise karlılığı düşecektir. Bu da yatırımcıların hisse senetlerine olan talebinde bir azalma meydana gelmesine sebep olabilir.
Daha yüksek borçlanma maliyetleri ayrıca kredi kartları, ipotekler ve diğer borçların faiz oranlarını da artıracaktır. Bir otomobil kredisi ya da ev almak isteyen bir birey, daha fazla faiz ödeyeceği için aylık gelirinin büyük bir kısmını borç geri ödemelerine vermek zorunda kalabilir, bu da menkul kıymet yatırımlarına ayırılabilecek paranın azalmasına yol açabilir.
Bu durumda işsizlik düşük olmasına ve iş gücü piyasası sağlamlığını korumasına rağmen borsa getirilerinde de bir düşüş yaşanabilir.
Ekonomik göstergeler iki ana grupta sınıflandırılır. Bunlar, öncü göstergeler ve gecikmeli göstergelerdir. Öncü bir gösterge size ekonomik sorunların yaklaştığını söylerken, gecikmeli bir gösterge ise size ekonomik sorunun yaşandığını söyler. Ancak bu olay gerçekleştikten sonra açıklanır.
Borsa ise bir öncü göstergedir ve bu nedenle hisse senedi fiyatları bir durgunluk yaşanmadan önce düşecektir.
İşletmelerin kar elde etmek için yeterli sayıda işçiye sahip olup olmaması ve yatırımcıların hisse senedi almaya devam etmek için yeterli paraya sahip olup olmaması borsanın büyümesini etkiler.
Bu, işsizliğin yüksek olduğu dönemlere bakılarak görülebilir. Örneğin 1982 yılında enflasyon %13'ün üzerindeyken, enflasyonu kontrol altına almak için dönemin Fed Başkanı Paul Vockler faiz oranlarını agresif bir şekilde %20'ye kadar yükseltmeye başlamıştı. Bu agresif eylem işsizlik oranının %10'a çıkmasına neden oldu. İş dünyasındaki büyümenin yavaşlaması ve çok sayıda kişinin işsiz kalması nedeniyle tüketicilerden gelen talebin azalmasıyla birlikte ise borsa düşüşe geçti. Ancak S&P 500 endeksi 1982 yılını %14 yükselişle kapattı. Bunun nedeni, daha önce de belirtildiği gibi piyasanın öncü bir gösterge olmasıdır. Piyasa 1981 yılında düşmeye başlamış ve o yılı %10'luk bir düşüşle kapatmıştır. Piyasanın bu kadar hızlı toparlanmasının tek nedeni ise Fed'in agresif faiz artışları olmuştur.
1990'ların başı da bu konuya bir başka örnektir. Bu dönem daha ılımlı bir enflasyon dönemiyken, Fed’in para arzını sıkılaştırması sonrasında borsa 1990 yılında %6'nın üzerinde değer kaybetti ancak durgunluk hafif olduğu için bu düşüş oldukça kısa sürdü.
Ödemeler dengesi hesapları içinde yer alan mal ve hizmet ticareti ile birincil ve ikincil gelir hesaplarını kapsamaktadır. Cari işlemler hesabında, gelirlerin giderleri aştığı, yani, farkın artı olduğu durum cari işlemler fazlası olarak adlandırılırken; giderlerin gelirleri aştığı, yani, farkın eksi olduğu durum ise cari işlemler açığı olarak adlandırılmaktadır. Bu veri aylık olarak açıklanır. Türkiye ise uzun yıllardır cari açık veren ülkeler içerisinde yer almaktadır. Türkiye'nin üretimi dışarıdan alınan ara mamül ve ithal edilen enerjiye bağlı olduğundan cari açık ile büyüme verisi doğru orantılı seyreder. Yani büyüme, potansiyelinin üzerine çıktığında cari açık da yükselir. Cari açığın yüksek olması dış finansman ihtiyacı doğurduğundan elbette kırılganlık seviyesini artırır ancak büyümeyi de beraberinde getirir. Cari açık GSYİH ile oranlandığında daha anlamlı bir veri olur.
Bir ülkenin merkezi hükümetinin belirli bir dönmede yapmış olduğu veya planladığı harcamalar ile elde etmiş olduğu veya planladığı gelirleri arasındaki fark gerçekleşen veya planlanan bütçe dengesi olarak ifade edilir. Bu hesaplama sonucu çıkan rakam negatif ise bütçe açığı, pozitif ise bütçe fazlası olarak adlandırılır. Bütçe dengesi aylık olarak açıklanır ve cari dengede olduğu gibi eğer bütçe açık veriyorsa bu bir dış finansman ihtiyacı doğuracak ve kırılganlığı artıracaktır. Bütçe dengesi GSYİH'ye oranlanarak değerlendirilir. Hem cari açık hem bütçe açığı verilmesine çifte açık denir.
Sanayi Üretim Endeksi aylık olarak açıklanır ve sanayi üretiminin önceki yılın aynı ayına ve bir önceki aya göre performansını gösterir. Alt sektörlere göre ağırlıklandırılarak açıklanır. Sanayi üretimi büyüme ve işsizlik verileri için öncü gösterge olarak kabul edilir. Borsada işlem gören sanayi şirketleri için önemli bir veridir. Bu veri ile birlikte sanayinin alt sektörlerine ilişkin sanayi üretimi rakamları da açıklanır.